9 Eylül 2015 Çarşamba

Dünün Dünyası ve Savaşın Bugünü

Birey olarak analitik ve bilimsel düşünme yeteneginden yoksun insanlarin grup haline gelmelerinin ne kadar tehlikeli birsey oldugunu biliyoruz. Inandiklari degerlerin saldiriyi ugradigini dusunmek ve bunun sonucunda yasanilan yikimin dizginlenememesi durumu sikca goruluyor. Bireyin kendi bireysellik sinirlarini terketme ihtiyaci ile vicdanini grup icine girerek rahatlatma egilimi on plana cikiyor. Bu durumun yansimasi olan irkcilik, kin ve nefret suclari , ne bugünlerde sikca duydugumuz terör olaylarina ne de baska birseye benzemeyecek bicimde tehlikeli ve onarilmasi imkansiz sonuclar uretme kapasitesine sahip oluyorlar. Halk uzerinde yaratilan surekli ajitasyon ve duygusal sömuru politikalarinin bu durumu tetikledigi gorunuyor. Hergün ölüm haberleri duyduğumuz bugünlerde kin ve nefret duygularinin bizlerde ve cevremizde belirmemesi icin mucadele etmeli, olaylari her acidan degerlendirebilmenin onemini vurgulamamiz gerekiyor. Zor bir dönemden geciyoruz ve bu dönemi hep beraber atlatacagiz, umudumuzu kaybetmek ve bu savaştan beslenen güçlere boyun eğmek gibi bir lüksümüz yok, bu yüzden yaptığımız her hareketin ve söylediğimiz her sözün bilincinde olarak davranmalıyız.





Barış sesini yükseltmemiz gereken  bu günlerde, 2012 yilinin Kasim ayinda paylasma ihtiyaci duydugum Stefan Zweig'ın "Dünün Dünyası" kitabından alıntılar içeren asagidaki yaziyi tekrar paylasmak istedim, Zweig'ın yaptığı tespitler o kadar önemli ki kitabın tamamını okuma fırsatı olanlar lütfen okusun.

Dünün Dünyası ve Savaşın Bugünü Üzerine

"Ben savaşın ne demek olduğunu biliyordum. Dopdolu ve ışıl ışıl dükkanlara bakarken (1. Dünya savaşı)1918'lerin manzarası canlandı gözlerimin önünde; içinde hiçbir şey kalmayan bomboş dükkanlar adeta gözlerini kocaman açmış bir şekilde bakardı insanların yüzüne. Gıda maddeleri satan dükkanların önündeki uzun sıralarda bekleşen üzgün kadınları, yas içindeki anneleri, yaralıları, sakatları, o dönemin tüm o korkunç dehşeti adeta birer hayalet gibi bu öğlen ışığında gündüz düşü gibi gözlerimin önüne geliyordu. Yorgun ve bitkin, yırtık pırtık üniformalar içinde cepheden dönen yaşlı askerlerimizi anımsadım. Küt küt çarpan yüreğimle geçmiş savaşı da, bugün başlayan ve korkunç çehresini henüz bakışlarından saklayan savaşı(2. Dünya savaşı) da hissediyordum. Şunu da iyi biliyordum: Geçmişteki her şey yok olmuştu. Tüm başarılar yerle bir edilmişti. Vatanımız olarak gördüğümüz yaşamımızı adadığımız Avrupa kendi hayatımızdan daha çok zarar görmüştü. Yeni birşeyler, yeni bir dönem başlıyordu. Ancak o döneme ulaşmak için birçok cehennemi ve arafı geçmek gerekiyordu.


Güneş bütün gücüyle ışıldıyordu. Eve dönerken birden kendi gölgemi fark ettiğim gibi şimdiki savaşın ardında önceki savaşın gölgesini gördüm. Geçen zaman içinde bir daha hiç peşimi bırakmayan bu gölge gece gündüz demeden düşüncelerimin üzerine düştü; kim bilir belki de o karanlık çizgileri bu kitabın kimi sayfalarına da düşmüştür. Fakat sonuç olarak her gölge, ışığın bir çocuğudur ve sadece aydınlığı ve karanlığı, savaşı ve barışı, yükselişi ve çöküşü gören kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır."


Böyle diyordu Stefan Zweig "Dünün Dünyası adlı kitabında, bütün idealleri ve değerleriyle huzur dolu bir yaşamdan çöküşe doğru sürüklenen Avrupa'nın bu haline tanıklık eden bir yazardı Stefan Zweig. 

Güvenli yaşamlarımızın bir anda nasıl savaşa, faşizme ve sürgün yaşamlarına dönüşebileceğini anlatan bu kitabı okumamız gereken bir zaman. 

Evet arkadaşlar, savaş kapımızda her ne kadar hayatlarımız normal düzeninde ilerliyormuş gibi görünse de tüm insanlığı hedef alabilecek bir savaşın kıvılcımları giderek büyümekte, bizler bilmiyoruz savaşın nasıl birşey olduğunu sadece kahramanlık hikayeleri dinledik yıllarca, birebir yaşamadık hiçbir zaman savaşı her gün bilgisayarlarımızın başında televizyon karşısında hayaller kurup olana bitene kapattık gözlerimizi ama önümüzdeki süreçte yaşanacaklara kendimizi daha etkili bir şekilde hazırlamamız gerekiyor. Daha güçlü olmalıyız, her zamankinden daha çok ihtiyacamız var güçlü olmaya, Stefan Zweig'ın ikinci dünya savaşı başlamadan önce yaptığı bu tespiti şu anda irdelememiz gerekiyor. Geçmişte olan savaşların gölgesini bugün tepemizde olan savaş başlamadan görmeliyiz. Kendimizi hazırlamalıyız her ihtimale, olacaklara, bizler insanların savaşlardan nasıl etkilendiğini bunun ne kadar facia birşey olduğunu hiçbir zaman hissedemedik, bugün yaşanabilecek bir savaşın yaratacağı psikolojik çöküntü ve fiziksel yıkım her anlamda çok güçlü olacaktır. Her gün oynadığımız bir oyunu oynar gibi, her hafta izlediğimiz bir savaş filmini izlermiş gibi izliyoruz haberleri, sürekli olarak paylaşılan ölüm haberleri, fotoğraflar yavaş yavaş anlamını yitirmeye olayları hızlıca normalleştirmemize ön ayak oluyorlar. Yanıbaşımızda komşumuz Suriye'de yaşananlar, ondan önce diğer orta doğu ülkelerinde kıvılcımı atılan bu savaş, bizi de içine çekmek üzere yavaş yavaş tüm dünya büyük bir savaşın içine sürüklenebilir.

Çok geç olmadan, daha duyarlı ve savaş karşıtı duruşumuzu etkin bir şekilde göstermemiz gereken bir zaman elimizde bir çok imkan var. Daha dün Suriye'den atılan bir top mermisi Urfa'ya isabet etti. Suriye'nin içinde bulunduğu durumu bir çocuğunoyun oynarken, hayal ederken gözün önüne getirmeye çalıştığı düş dünyası gibi, biz de gözlerimizin önüne getirip yaşamaya çalışmalıyız, empati kurmaya çalışmalıyız, fevri davranmamalıyız, gerçek suçluların şu an kardeşimiz gibi görünenlerin olduğunu bizi ilk fırsatta satacaklarını unutmamalıyız, bir hiç uğruna  emperyalizmin yerini sağlamlaştırmak için savaşa girmemeliyiz, bugüne kadar arka planda kalanları daha da arka plana itmek için daha fazla sömürmek için başlatılmaya çalışılan bu savaşın oyuncağı olmamalıyız, görmediğimiz yerlerde yaşananan savaşların, dökülen kanların, açlıktan ölen çocukların katili olmaya razı olmamalıyız. Bunca insanı bir hiç uğruna, biribirine düşürecek faşistlerin , sağda solda Milliyetçilik nağraları atıp savaş çığırtkanlığına başlayacak olanların etkisine kapılmamalıyız. Bir taraf tutmak zorunda kalmaya bizi zorlayacaklardır. Yaşamak zorunda olduğumuz için yaşadığımız gerçeğini unutmamalıyız, kardeşce sürecek olan bir yaşama olan inancımızı hiç bir zaman kaybetmemeliyiz, hiçbirşey yapamıyorsak da en azından gelecekte yaşanabilecek olan olası bir felakete hazırlıklı olmak için geçmişte yaşananlar aracılığıyla olabildiğince empati kurmalıyız psikolojilerimizi sağlamlaştırmalıyız... Okumalıyız... Yalnız olmadığımızı birbirimize söylemeliyiz, hala umut olduğunu ve o umudun bir gün yeşereceğine gönülden inanmalıyız.




25 Ocak 2015 Pazar

Katlanılamayan Yalnızlık ve Güçsüzlük


"Henüz sekiz yaşımdayken Lüxemburg parkına oynamaya giderdim. Bir adam vardı. Gelip Auguste-comte sokağı boyunca uzanan parmaklığın karşısındaki kulübenin içine otururdu. Bizi korkutan bu adamın ne sefil hali nede boynunda çıkmış olan ve yakasına değen urdu. Bizi korkutan onun yalnızlığı idi." J. Paul Sartre, Bulantı




“O bahtsız yaratık, doğarken beraberinde getirdiği bu Tanrı vergisi özgürlüğünü teslim edebileceği birini bulmak için yanıp tutuşmaktadır.” Dostoyevski, Karamazov Kardeşler  


Bağımsız ve kuvvetli olma isteği ile, önemsiz ve güçsüz olma duygusu arasında sürekli bocalamak, insanı varoluşunun bunaltısını hissetmeye  ve bu durumu içselleştiremediği ölçüde de ızdırap çekmesine yol açıyor. 


Bu varoluşun ızıdrabını dindirmek için bazı insanlar Sadistlik(Başkasına zarar verme) ve Mazoşistlik(Kendine zarar verme) yollarından birine doğru bir seçim yapmaya zorlanıyor, ya da son bir seçim olarak intihara yöneliyor. Bu eğilimler yalnızlıktan kurtulma, bunaltıyı ve paniği kırma açısından bireyin kendini tatmin etme yollarını oluşturuyor. Toplumsal anlamda bazı şartların oluşması insandaki bu sadistik ve mazoşistik çabanın rasyonalize edilerek vücut bulmasına sebep olabiliyor. 

Bu açılımlar, geçmiş günlerden günümüz yakın tarihine kadar, insanların faşizme, diktatörlüğe nasıl kendi istekleri ile boyun eğdiğini anlamamız için bize olanak sağlıyor. Bir lidere(veya diktatöre) boyun eğme ve kendini aynı onun gibi düşünen milyonlarca insan ile bir olarak görme psikolojisinin insana sağladığı güvenlik duygusunun üzerinde durulması gereken bir dönemden daha geçiyoruz. Bu durum kendi içinde tutarlı ama gerçekte akıl-dışı olan mazoşistik eğilimin bir sonucu. Çoğu zaman bu çaba hali hazırda bulunan yalnızlık ve güçsüzlük duygusunun yıkıcılığını önlüyor gibi görünsede, arka planında insanın içinde gizli olarak bastırdığı yeni ve daha şiddetli güvensizlik hissinin açığa çıkmasına sebep oluyor. Bu sadistik ve mazoşistik yönelimin akıl-dışı bir kaçış olduğunun en önemli göstergesi.   

Erich Fromm’un "Özgürlükten Kaçış" kitabını okuduktan sonra aklımda kalanlardı yukarıdaki satırlar.  


Sartre’ın "Bulantı" kitabının sonuna doğru Antonio Roquentin’in serzenişini aklıma getirdi.

“Bir şeyin kımıldanışını görmek hoşuma gitmiyor da değildi, hep aynı noktaya bakan gözler gibi bana bakıp duran bu kımıltısız varlıklardan kurtarıyordu beni. Gözlerim dalların salınışında. Kendi kendime söyleniyordum: Hareketler asla bütünüyle varoluşan şeyler değildirler, iki varoluş arasında güçsüz zamanlar arasında geçici varolan şeylerdir, aracılardır yalnızca. Kendimi hareketlerin hiçlikten çıkıp gittikçe olgunlaştığını, rahatlaştığını görmeye hazırlıyordum. Varoluşu doğuş halinde bastırabilecektim artık… Üç saniye bile geçmeden tüm umutlarım yıkılıp gitti. Varoluşların çevresinde körü körüne dolanıp duran bu ürkek, bu kararsız dallarda, varoluşa <<geçişi>> yakalayamadım.” diyordu, Roquentin.


Karamsarlığımızdan bir umut doğurabilecek miyiz? Bu umudu doğurmanın asıl koşulunun gerçek anlamda "umutsuzluğu içselleştirmek" olduğunu kavradığımızda birbirimize daha sıkı sarılacağız, buna hala inanıyorum.

Bundan birkaç yıl önce varoluşçuluk felsefesiyle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladığım, özellikle Sartre’dan çok fazla etkilendiğim günlerde yazdığım satırları düşündüm:


Varoluşum kendini bulduğunda başladı bu kaygı nöbetleri,
Ölüm çözüm olmadı kaygının çağrısına,
Ve yaşadığım trajedi bağladı beni hayata...
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Nasıl ki dönüyorsa dünya istemeden sıkıştığı bu yalancı zamanın içinde ağır ağır, 
Sende sıkılmadan yüreyeceksin onun dağları ovaları üzerinde yavaş yavaş,
Sakin ve karanlık bir gecenin sabahında nasıl doğuyorsa güneş hiç olmadığı kadar sabırsız ve boş yere, sen de ulaşacaksın dünyanın üzerinde  dolaşırken güneşin boş çırpınışlarına,
Ve anlayacaksın bir gün herşeyin boşluk olduğunu, 
Anlayacaksın boşlukta fazla olanlar yaşayabilirler yalnızca o boşluğu,
Ve o boşluk seni panikletmesin artık, 
Fazla olanların arasındaki ahenk söndürsün yanan bu belirsizlik ateşini, 
Söndüremese de denesin ve ulaşsın kendi trajedisine, 
Ve katlansın daha büyükleri gibi, 
Üzerinde durduğunun katlandığı gibi bu boşlukta savrulmaya ve acıya, 
Anne ve babanın arzusu gibi yaratsın kendi çocuklarını güneşten kopan parçalardan, 
Ve bir daha katsın üzerinde yaşadığı düzeneğe düzen, 
Ve sıkılıp, yılmamak için görsün kendi trajedisini, gülsün, ağlasın, ağıtlar yaksın, 
Sonra yıkılsın tüm bunlar ,
Ve kalsın geriye boşlukta çalınan bir ezgi!
Dans etsin dolaştığı her yerde güneşle,
Ve ay ışığı söndüğünde açsın perdelerini karanlığa, 
Sokulsun uçsuz bucaksız uzayıp giden o fazlalıklar denizine, 
Bıraksın kendini hiçliğin içine ve tanısın onu ürkmesin ondan,
Ve titremesin artık o soğuk eller eskisi gibi ona uzanırken, 
Usulca uzansın bedeni zamanın içine sıkışmış koca dünyanın küçük tabutuna ve birleşsin onunla...




Yine Bulantı'da geçen "Some Of These Days" parçasıyla bitirmeliyim...


"Plağı bir daha çal Madelaine"


23 Ocak 2015 Cuma

Birlik Olmanın Zorunluluğu Üzerine: Yeni Sığınaklar Yaratmak

"Mutlak doğrunun büyük akışında, gelişmenin her aşamasındaki tikel bir süreç üzerine olan insan bilgisi, yalnızca bağıntılı (göreli) olarak doğrudur.” 

---Mao Zedong

Önümüzde yine bir seçim var. Dünya’ya geldikten ve algılarımız gelişmeye başladığından beri bu zulume maruz kalıyoruz. Büyüdükçe, geliştikçe Mao’nun da söylediği gibi, mutlak doğrunun büyük akışında, gelişmenin her aşamasındaki tikel bir süreç üzerine olan bilgimiz, geçmişte yaşayan insanların yarattıkları tarihin bize gösterdiği gerçeklere bağıntılı(göreli) olarak bize doğru olarak göründüler. Bu doğrulardan yola çıkarak biz de yaratmaya, tarihi kendi pratiğiyle yapan insanlar olmak için çaba göstermeye koyulduk. Kimimiz şuuri, kimimiz gayri şuuri şekilde bu yeni tarihin oluşması sürecine öyle ya da böyle katkıda bulunduk, bulunuyoruz.

Yaşadıkça verdiğimiz kararların, yaptığımız her seçimin, bize geri dönüşümleri olumlu bir şekilde sağlanabildiği ölçüde bizler; nesnel dünyanın yasalarının anlaşılması ve böylece dünyayı açıklayabilecek gücün kazanılmasının tek başına önemli olmadığını, nesnel yasalar üzerine elde edilen bilgileri uygulayarak dünyayı fiilen değiştirmemiz gerektiğini de anladık. Bunu pratiğe dökmek için sanatı, bilimi, siyaseti kullandık.

Bireysel gelişim sürecimiz ile tarihin oluşma süreci arasındaki diyalektik bağı kavrarken bazen sıkıntılar yaşadık. Yaratırken aynı anda nasıl yok ettiğimizi anladık. Birbirimizi suçladık. Bu suçlamaların geçmişten gelen kin ve düşmanlık duyguları ile bağlantılı olduğunu, bu kin ve düşmanlığın kendi özgürlüğümüz karşısında duyduğumuz korku, panik ve endişe dolayısıyla  bizi kendine bağladığını görmezden geldik. Kendimizi güvenli ve korunaklı bir sığınağa atmak için uğraştık durduk, herbirimiz farklı yollar denedik, bu yollar geçmişte atalarımızın kurduğu düzenlerden bize kalan kalıntılardır.

Erich Fromm’un tabiriyle, kimilerimiz kendi güçsüzlüğünü ve tabiatının kötülüğünü olduğu gibi kabul etmek, bütün hayatını günahlarının bir kefareti olarak görmek, kendini olabildiğince küçültmek, ve aynı zamanda sürekli bir çaba göstermekle, şüphesini ve endişesini giderebileceğini düşündü. Koşulsuz bir itaat gösterdiği takdirde, Tanrı tarafından sevilebileceğini, hiç değilse Tanrı tarafından kurtarılacaklar arasında yer alabileceğini kendilerine telkin ederek yaşamayı seçti.

İşte bugün, insanın bu seçimi ile 2015 yılında kapitalizmin gelişiminin had safhaya ulaştığı günümüz “modern”, görece özgürlük(bir nevi belirsizlik), çağında yaptığı seçimler arasındaki bağlantıyı düşünmemiz gerekiyor.

Türkiye’de önümüzdeki Haziran ayında genel seçimler yapılacak. Ülkemizde yaşayan insanlar yine bir seçim yapmaya zorlanacaklar, bu seçimi yaparlarken arka planda belirsizlik ve korku onların pratikte aldıkları pozisyonun asıl yönüne belirleyecek, kimileri hali hazırda bulunan yapay ama onlar için daha güvenilir olan Erich Fromm'un bahsettiği sığınağı seçecek. Biz de çıkacağız ve her yıl olduğu gibi yaptıkları seçimlerde irrasyonel olduğunu düşündüğümüz insanlara gerizekalılar, aptallar, bunların hakettiği de bu zaten tarzı yaftalamalarda bulunacağız. Bu tutumun yanlış olduğu aşikar ama bilmek bunun önüne geçmek için yeterli değil. Peki bu durumun üstesinden gelmek için ne yapmalıyız?

Bu kısır döngüyü kırmak sandığımız kadar kolay olmayabilir, o yüzden insanları yaptıkları gerici seçimlerle suçlarken kendimizde nasıl bir sığınağa doğru sürüklendiğimizi anlamak zorundayız, eğer bunu kavrarsak, insanı gerçekten özgürleştirecek ve ilerici olana yönelirken özgürlükten korkmasını engelleyecek içsel dengelerin kurulmasını belki sağlayabiliriz. Bu da temelinde sağlıklı ve doğru olanın teorisi bulunan, büyük ve yeni , sağlam ve kendi içinde dinamizmi yitirmeyecek sığınakların yaratılması ile mümkün, bu yeni sığınakları yaratmak, yani insanların çaresizlikten , panikten ve umutsuzluktan kaçarken sığınacakları yerin yönünü değiştirmek bizim başlıca görevimiz olmalı.  Önyargılar ve kinin bizi de içine almaması  ve bu sığınakları beraberce yaratmamız çok önemli, o yüzden bu seçimlerde ilerici güçlerin birliği barajları yıkıp yeni sığınaklarımızı kurmamız için olmazsa olmaz bir koşuldur. İlk önce, önyargılarımızı sonra barajları yıkacağız, sonra özgürlüğe giden asıl yolda bizi koruyacak yolunu bilimimizin ve sanatımızın çizdiği yeni ve daha güvenli sığınaklarımızı kuracağız.

UAY

19 Ocak 2015 Pazartesi

Einstein Freud Mektuplaşmalar

Bir kac ay once bu saatlerde askerdeyken Einstein ile Freud'un mektuplasmalarini okumustum.  Bu mektuplasmalari yayinlayan kitabin kapagini acmadan once ilk dusuncem Einstein'in cektigi vicdan azabi ile Freud'a yazma ihtiyaci duyduguydu.
Bu mektuplari okumayi bitirdikten sonra halihazirda kendi icimde cozume kavusturamadigim bir celiskinin farkina vardim. Teori ve pratigin, soyut ile somut arasindaki birligin yoklugunu.
Insanin yaratirken ayni zamanda yok ettigi ve bundan dolayi duydugu vicdan azabinin farkindaligi.
Freud'un oglunu baskilayan baba figuru bununla epey baglantili gorunuyordu.
Einstein Freud'a niye yazmisti acaba, niye bu ihtiyaci duymustu! ?


Gunumuzde gercegi yaratmak ugruna gerceklerden kacan nice bilim insaninin, sanatcinin yuzlesmesi gereken soru bu olsa gerek!

Halk icin bilim, insanlik icin sanat , aslolan bu olsa gerek!




Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaş hizmetini reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacaktır. İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden acı çekmesinden daha iyi değil mi?
- Albert Einstein

21 Aralık 2014 Pazar

Umutsuzluk ve Ruhsal Sakatlığın Dini






İnsanın bildikleri yanıldığına yetmiyor da nasıl oluyorsa bilemedikleri çığ gibi büyüyüp kusursuz tanrılar yaratmaya yetiyor. Bilememe korkusu en nihayetinde kendini ölememekten korkmak olarak göstermesi gerekirken, yok olmaktan korkmak olarak gösteriyor. Vicdanların yarattığı cennetlerde adalet dağıtılmaya devam ederken, dünyada zulüm bilemedikleri için kendini tanrının veya cennetin(adaletin) askeri sananlar tarafindan devam ettiriliyor.

Bu bilememek o kadar yüceltiliyor ki artık bir süre sonra yanıldıklarına yetiyor ve onlara asıl gerçeği, ölümü ölenlerden başka hiçkimsenin bilemeyeceği gerçeğini , unutarak yaşamaları için güç veriyor. 

Acılar, iç sıkıntısı ve güçsüzlük, inkarın ve kendini kandırmanın getirdiği bir yanılsama olarak, kaybolup gidiyor. 

Güçsüzlük mutlak güçlülük deneyimine dönüşüyor. 

İşte bu ruhsal sakatlığın dinidir.

UAY



30 Ağustos 2014 Cumartesi

210814-03:22


Duyumsayamadığım bir karmaşanın ortasında belirsizlikten doğan içsıkıntısının üzerini karakaplı kitaplarımla örtmeye çalışıyorum.
Zavallı bedenim dört yanı çevrili bu hapishaneden çıkıp koşmaya başladığında, nereye varacağını bilemeden çaresizce oradan oraya sürüklenecek, sonunda zor bela uykuya dalacağım, güneş yeniden gösterdiğinde bakılmaz yüzünü, yeniden uykuya dalabilmek için bir süre uyanık kalacağım.
Aşk, sevgi, kıskançlık, kin, nefret ve mutluluk duyacağım sonra yine içim sıkılacak ve eleştirel düşüncenin nesnesi olarak isyana dalacağım, beni bu belirsizliğin içinde özgür ama çaresizce dolaştıran, beni bu özgürlük zindanına atan boşluğa lanet okuyacağım...

UAY

29 Ağustos 2014 Cuma

Sosyalist Literatür- E-Kitap Arşivi


Sosyalizmin yapıtaşı olan kitaplara ulaşımı kolaylastirmak amacıyla açtığım bloga asağidaki linkten ulaşabilirsiniz. Kitapları pdf formatında indirmek için resimlerin üzerine tıklayınız, mobil cihazlarda açmak için resme basılı tutup, yeni pencerede aç seçeneğini kullanıp daha sonra açacağınız uygulamayı(adobe reader vs.) seçerek kitapları indirebilirsiniz...
İyi okumalar...

Wikisosyalizm

Wikisosyalizm, sanal dünyanın yeni ve ilk sosyalist kütüphanesi olması dolayısıyla önemli bir girişim. Sosyalizm ve özellikle Türkiye'de "Sol"un anlatılması ve bilgilerin derli toplu bir biçimde sunulabilmesi açısından dikkat çekici. Direkt olarak sosyalizm odaklı bir ansiklopedi olması ve bu konuda özgün bir içerik ve kaynak havuzu yaratmaya çalışılıyor olması girişimin önemini artırıyor.
Wikisosyalizm' de oluşturulan maddelerde aynen normal Türkçe Vikipedi'de olduğu gibi aynı viki standartları ve şartları baz alınarak kontrol ediliyor, tek farkı marksist bakış açısının tarafı olması ve bu ölçüde ansiklopedinin daha spesifik bir hale bürünmesi. Kaynak kullanımı vs gibi konularda Vikipedi'deki hassasiyet burada da yöneticiler tarafından özellikle vurgulanıyor.

Dayanışmayla büyütülmeyi ve paylaşılmayı bekliyor,  WikiSosyalizm...

 wikisosyalizm.org 

15 Haziran 2014 Pazar

Ulusal Sorun ve İşçi Sınıfı






İşci sınıfının enternasyonalist örgütlenmesi ışığında değerlendirilmesi zorunlu olan "Ulusal Sorun" meselesi hala sosyalistler arasında ciddi fikir ayrılıklarına, bölgesel farklılıklar göz önüne alındığında farklı çözüm yollarının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Oysa durum bu kadar karmaşık değildir. Ulusal sorun meselesini karmaşıklaştıran asıl durum meselenin, "kapitalist" dünya çizgisinden kopuş, yani işçi sınıfının birleşik çıkarlarının sorunun merkezinden uzaklaştırılması mevzusudur. Ulusal sorunun çözümü ile igili tarihte bir çok siyasetçi, iktisatçı ve bilim insanı araştırmalarda bulunmuştur. Sosyalistlerin ulusal soruna bakış açısını ne yönde şekillendirmesi gerektiği, ulusal sorunun milliyetçiliği körükleyebilecek ayrılıkçı politikalarının nelere sebep olabileceğini, bazı bölgelerde yaşayan gerici güçler ve oluşumların bundan nasıl faydalanabileceğini ve bu tehlikeye karşı işçi sınıfının enternasyonal birliği için ne gibi önlemler alınması gerektiğini gözler önüne seren en önemli kişlier Lenin ve Stalin'dir.

Öncelikle ulusun tarihsel bir kategori değil, belirli bir çağa, kapitalizmin yükseliş çağına ait bir kategori olduğunu bilmemiz gerekir. Feodalizmin ekarte edilmesi ve bunun arkasından yaşanan kapitalizmin hızla gelişme sürecinin, aynı zamanda insanların ulus olarak örgütlenme süreçleri olduğunu unutmamak gerekir. Bu tarihsel süreçte ulusların gelişim süreci feodalizmi geride bırakan burjuva mücadelesinin çıkarları doğrultusunda sınırların oluşmasına dönüşmüştür. Yani ulusların mücadelesi burjuva sınıfların kendi aralarındaki mücadelesi olarak karşımıza çıkmaya ve gelişmeye başlamıştır. İlk aşamasında feodalizmi geride bırakan, sonrasında kapitalizmin her geçen yıl gelişmesiyle işçi sınıfını büyüten burjuvazi bazen proleteryayı da bu ulusal mücadelenin içine çekmeyi başarmış ve o zaman ulusal mücadele sanki tüm halkın mücadelesi ve savaşımı gibi görünmeye başlamıştır. Ama bunun yapay bir görünüşten ibaret olduğu ve gerçekte mücadelenin burjuva güçler arasındaki savaşım olması sorunu ortaya çıkmıştır. Burada kapitalizmin gelişmesi ile ortaya çıkan bu savaşta, işçi sınıfının ulusların birbiri arasındaki mücadelesinde nasıl bir pozisyon alması gerektiği ise sürekli olarak tartışma konusu olmuştur. Burjuva güçler arasındaki bu savaşımda yani ulusların birbirleri arasındaki bu mücadelesinde işçi sınıfının baskı uygulayan uluslara karşı kendi mücadelesinin yanında olması gerekliliği su götürmez bir gerçekliktir. Seyahat özgürlüğü, eğitim ve sağlık hakkının kıstlanması vb durumlar burjuvazinin çıkar savaşımında  burjuvaziyi etkilediği kadar işçi sınıfını da etkilediğinden bu zulme karşı işçi sınıfının da savaşmak zorunda olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. İşte ulusal sorun aslında tam olarak burada kendini merkeze oturtuyor ve durumun çözülemeyecek biçimde karmaşıklaşmasına sebep oluyor.

Burada ulusların birbirlerine uyguladıkları milliyetçi zulüm politikası işçi sınıfı için de çok büyük bir tehlike içermeye başlıyor. Bu milliyetçi zulüm politikası geniş yığınların dikkatini toplumsal sorunlardan , işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi sorunlarından, ulusal sorunlara yani işçi sınıfı ile burjuvazinin "ortak" sorunlarına çeviriyor. Bu durum uzlaşmaz bu iki sınıfın(burjuvazi ve işçi sınıfı) çıkarlarının aslında ortak olduğu düşüncesinin yayılmasına ve bunun için propoganda yapılmasına ortam hazırlıyor. Sonuç olarak bu işçi sınıfının kendi çıkarlarının karartılması ve fikri köleliklerinin gönüllülüğü için uygun bir zemin hazırlıyor. Bütün ulusların işçi sınıfının birleşmesi önünde kocaman engeller yaratıyor.  Bugün ülkemizde de işçilerin çoğunun fikir olarak gerici burjuva milliyetçilerinin esirliğinde olması da bu sebepten kaynaklanıyor. Bu tehlikeye engel olmak için işçiler her türlü ulusal baskıya ve ulusların birbirlerine karşı kışkırtılması için oynanan milliyetçi oyunlara karşı savaşmak zorundalar. Burada sosyal demokrasiye düşen görev ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasına karşı çıkmamaktır çünkü millyetçi zulüm politikasına karşı dünya çapında işçi sınıfının çıkarlarını savunabilmek ancak bu şekilde mümkün olmaktadır. Bu konuda sosyalistlerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurken sağa kayma ve milliyetçi yani ayırlıkçı politikalara karşı da uyanık olması gerekiyor. Sosyalistlerin bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurken diğer yandan, milliyetçiliği körükleme potansiyeli olan ayrılıklara yani ulusal-kültürel özerkliğe karşı bir ajitasyon politikası içine girmesi gerekiyor. Çünkü bu durum ayrılan ulusun haklarına ters düşmese bile işçi kesiminin ortak(enternasyonal) çıkarlarına ve birlikte hareket etme zorunluluğuna ters düşüyor.

Sonuç olarak ulusal sorunun çözümü için sosyalistlere düşen görev, enternasyonalist görevlerin gereklerinden her geri duruşun, ezilen ulus milliyetçiliğinin güç kazanması için uygun zemin hazırladığını bilmekülkemizde yaşayan bütün farklı milliyetlerin işçilerinin tek ve kolektif bir yapı içinde toplanması ve bunun tek bir parti haline getirilmesi için uğraşmak, bu amacı engelleyecek olan milliyetçi ve ayrılıkçı politikalara karşı durmaktır.  

Sosyalistler bunun haricinde herhangi bir çıkar için çalışma yürütemezler ve yürütmemelidirler.




1 Nisan 2014 Salı

Sabahattin Ali Anısına: 2 Nisan 1948


Doğum: 25 Şubat 1907

"İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok, içimizde acz var, tembellik var, iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.” Sabahattin Ali/ İçimizdeki Şeytan


Öldürülmeden kısa bir süre önce de ne kadar naif bir şekilde aktarmış içinde bulunduğu/muz durumu:

"Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi"... 



Yine katledilmeden önce kendisi aktarmıştır adeta olacakları:

“Herif, bütün ünlü edebiyatçıları, düşün adamlarını, şairleri, romancıları yakalayınca bir gece henüz istila edilmemiş bir ülkenin sınırına götürüyor ve orda ya sırtına ya kafasına bir ya da bir kaç kurşun atarak onu orada bırakıyor. Sonra, ölü orda başkalarınca bulunuyor ve gazetelere haber olarak ‘filan, falan şair ya da düşünür kaçarken sınırda görülerek vurulmuştur."

Ölüm: 2 Nisan 1948: Devlet tarafından Katledildi...


SEVGİYLE VE SAYGIYLA....









20 Mart 2014 Perşembe

Twitter Sansürünü Aşmak- TORPROJECT- Android Cep Telefonları

Arkadaşlar,  internete erişimimiz sürekli olarak faşist hükümet tarafından engellenmekte, buna en son olarak Twitter eklendi, Twitter'a şu anda basit bir DNS değişikliği ile girebiliyoruz hem telefonlarımızdan hem de pc 'lerimizden DNS ayarlarını 8.8.8.8 olarak ayarladğımızda bunu aşıyoruz.

Fakat daha sert önlemlerin alınmasından sonra bu yollar işe yaramayabilir. Şimdi size Twitter'a Android kullanan cep telefonlarınızdan en güvenli şekilde nasıl bağlanabilirsiniz, bunu anlatacağım.

İlk olarak Google Play Store'dan aşağıda gördüğünüz uygulamayı indirin...





















Daha sonra İndirdiğiniz uygulamayı çalıştırın, karşınıza aşağıdaki gibi bir ekran gelecek. Ekranın ortasında gördüğünüz büyük tuşa basılı tutun ve sarı olmasını bekleyin, program ayarları tamamlandığında tuş yeşile dönecek ve işlem tamam!









Bundan sonra Twitter uygulamanızı çalıştırın. Daha sonra Ayarlar kısmında bulunan Gelişmiş menüsünün altındaki ayarları aşağıdaki şekilde düzenleyin. HTTP proxy'i etkinleştiri tıklayın, daha sonra Proxy Sunucusu:localhost, Proxy bağlantı Noktası: 8118 olarak ayarlayın. 










 Bu işlemden sonra Twitter hesabınıza bağlanmış olacaksınız. Bunu kullandığınız takdirde yazacağınız herhangi birşey yüzünden yargılanamazsınız. Hiçbir sansüre takılmazsınız ve Twitter hareketleriniz hiçbir şekilde izlenemez. Orbot'u yükleyip çalıştırdıktan sonra , Orweb adlı browser'ı cep telefonunuza indirirseniz, bu browser'ı kullandığınızda tüm sansürleri aşarak cep telefonunuzdan istediğiniz kaynağa bağlanabilirsiniz.




Tor projesi hakkında ek bilgi için https://www.torproject.org/ sitesini ziyaret edin ve iyice araştırın diğer çözümlerini inceleyin, teknik bilginizi arttırın. Tor Uygulamaları ve projeleri hakkında herhangi bir sorunuz olursa yorum kısmından bana gönderebilirsiniz.


SANSÜR SUÇTUR! HALKTAN GERÇEKLERİ GİZLEMEK SUÇTUR! BOYUN EĞMEYİN!











18 Mart 2014 Salı

Gökyüzü Takvimi ve Gözlemcilik Rehberi: 2014

2014 Gökyüzü Takvimi'ni pdf formatında bilgisayarınıza indirmek veya görüntülemek için resme tıklayınız...




16 Mart 2014 Pazar

Bunlar Solcu Bunlar Ateist, Bunlar Terörist: Kim Bu Teröristler?



Feodalizm tepetaklak edilip, görece özgür kapitalist toplum yeryüzünde ortaya çıkınca, bu özgürlüğün aslında emekçilerin sömürüldüğü bir sistemi temsil ettiği anlaşıldı. Maddi anlamda baskı altına alınan emekçilerin yarattığı değerlere giderek yabancılaşması sürecini hızlandırarak, sistemin çarklarını işlettiği de çok geçmeden anlaşıldı. Çeşitli sosyalist düşünceler de bu doğrultu da şekillenmeye başladı. Ortaya çıkan ilk sosyalizm düşüncesi aslında bilimsellikten uzak daha çok idealist bakış açısıyla şekillenen hümanizmi ön plana çıkaran ütopik bir sosyalizm düşüncesiydi. Çünkü bu düşünce tarzını savunan sosyalistler kapitalist düzenin yarattığı düzenin kötü yanlarını içgüdüsel olarak kavrıyor bunun için tepki gösteriyorlar fakat bunu açıklamakta güçlük çekiyorlardı. (Günümüzde de çokca mevcuttur).
Bu durumlar henüz gelişirken Fransa'da feodalizmin yıkılışını getiren devrimler aslında tüm gelişimin kıvılcımını ateşleyen gücün sınıflar arası mücadelede yattığının kanıtını oluşturuyordu. Bu sınıf mücadelesinin gerekliliğinin altını çizmeden yapılan araştırmaların çoğu idealist ve bilimsellikten uzak bir yol olacağından ütopik olma damgası ile karşılaşmak zorundaydı. Marx bunu çok iyi analiz etti ve özellikle bu sınıf mücadelesinin üzerine odaklanarak, bu ölüm kalım mücadelesini kabul ederek bunu geliştirmeye koyuldu ve Marksizmi yarattı.
Karl Marx'ın yarattığı marksizm sosyalizmin yapıtaşıdır. Marksizm ise doğa bilimlerini açıklamada en tutarlı görünen materyalizm felsefesini kullanır. 18yy'da Fransa'da tek tutarlı felsefe olduğu yobazlığın düşmanı olduğu ve tüm doğa bilimlerini doğruladığı kanıtlanmıştır. Bu sebeple sonu demokratik bir yaşam biçimine yönelen materyalizmi çürütmek için, sömürücüler her türlü yolu denemiş, din ve diğer buna bağlı her türlü idealizmi savunmuşlardır(Erdoğan'ın vurduğu "BUNLAR ATEIST, SOLCU, TERÖRİST" damgasını yediğimiz yer burasıdır). Marksist felsefenin yapıtaşını oluşturan materyalizm, Marx tarafından 18yy materyalizminin direk bir kopyası halinde kullanılmamıştır. O 'diyalektik' kavramını her türlü idealizmin boyunduruğundan kurtararak materyalizme entegre etmiş ve 'Diyalektik Materyalizm' felsefesini geliştirmiştir. Doğada herşeyin değiştiğini ve sürekli bir hareket halinde olduğunu, bu ölçüde insan bilgisinin göreliliğini göstermiştir. Günümüzdeki her türlü gelişme örneğin quantum fiziği, atomların, elektronların, atomaltı parçacıkların hareketleri bu diyalektik materyalizm kavramının doğrulayıcısıdırlar. Bu felsefi materyalizm anlayışını toplumsal yaşama uygulayarak Marx tarihsel materyalizm kavramını ortaya atmıştır. Sınıfsal savaşımlar ve sürekli çatışmalar halinde feodalizmin nasıl kapitalizme dönüştüğünü, toplumsal düzende bir sistemin bağrından nasıl başka bir sistemin doğduğunu ve bunun dinamiklerini açıklamıştır.
İnsanlar bu sistem içindeki ahlaki,toplumsal, dini ve politik söylemlerin ve verilen sözlerin arkasında bazı sınıfların çıkarlarının yattığını anlamaktan uzak oldukları sürece kurtuluştan çok uzak olacaklardır. Gelişimin destekçisi olduğunu savunan bu insanlar eski düzenin destekçileri tarafından sürekli olarak aldatılacak ve kandırılacaklardır. Bu aldatılmanın son bulabilmesinin yegane şartı ne kadar eski aşağılık olursa olsun bu eski kurumları oluşturan yapının hakim sınıflar tarafından yaratıldığının bilinmesidir. Peki bu hakim sınıf toplumsal düzeni tüm gücüyle bu kadar kuşatmışken bu direnci kırmanın bir yolu var mıdır? Bütün bu baskı ve sömürü düzeni içerisinde yaşayan ezilen sınıfların kendilerine yabancılaşması ve giderek hareketsiz kalması, dibe çökmesini engelleyebilecek bir güç var mıdır? Bu güç kokuşmuş düzenin içinden sıyrılmış küçük burjuva aydınlar tarafından işçi sınıfının bilinçlendirilmesi ile mi yaratılacaktır? Yoksa işçi sınıfı bu gücü kendi dinamikleri içerisinde kavrayıp top yekün bir örgütlü ayaklanmanın öncüsü mü olacaktır?
İşte sosyalizm bu tarihsel gerçekliklerin detaylı analizi ve devrim yaratacak çözümlerin sistematik bir şekilde incelenmesi sonucu ortaya çıkmış bir bilimdir ne bir ütopyadır ne de bir hümanizmadır ne de gerçekleri açıklamaktan uzak bir idealizm.